Marka Olan Kimselerin Sırrı Ne?
Hiç marka olmuş birilerine benzetildiniz mi? Peki neyinizi benzettiler? Saçınızı mı, gözlerinizi, tarzınızı, yüz ifadenizi mi? E o marka olmuş kişiler saçını başını hiç değiştirmez mi?? Siz her daim mi benzersiniz onlara?
Farkındaysanız ‘ünlü birileri’ diye sormadım sorumu. Çünkü ünlü olmak başka, marka olabilmek bambaşka. Ürünler veya hizmetler gibi kişilerin de marka olabildiği herkesin kabullendiği bir gerçek. Hatta marka olmayı becermiş kimseler temsil ettikleri şeylere de değer katanlardır. Örneğin Steve Jobb’sız bir Apple hayali kurulabilir miydi? Veya Anna Wintour olmadan Vogue bugünkü imparatorluğuna ulaşır mıydı? Sinema dünyasını Charlie Chaplin’den ayrı düşünülebilir mi insan? Ya da Türk filmlerini gözlerini süzen Türkan Şoray’dan? Adriana Lima kanatlarını açıp podyumda senelerce iç çamaşırları içinde salınmasaydı, Victoria’s Secret Fashion Show bu kadar yankı uyandırır mıydı? Örnekleri binlerce sıralamak mümkün de, hiç düşündünüz mü nedir bir kişiyi marka olma mertebesine ulaştıran?
Marka olmak için alanlarında çok ön plana çıkmaları, işlerinde çok iyi olmaları ve kimliklerinin yaptıkları işi her daim besliyor olması elbette şart. Bu ‘olmazsa olmaz’’ları bir kenara bırakıyorum. Yani özetle uğraştıkları işe ‘cuk’ diye oturmaları elbette en önemli kriter. Onu ayırdık. Benim esas bahsetmek istediğim çok daha sığ gibi görünen, ama en az becerileri kadar öne çıkan bir başka taraf, yani bu kişilerin dış görünüşlerindeki istikrar! (Bakınız bir önceki paragrafta bahsettiğim her karakterde bu istikrar var). Hele ki bahsettiğimiz moda dünyası ise, bu istikrar daha da perçinlenmiş şekilde karşımıza çıkıyor.
Nasıl ki Karl Lagerfeld’i bir defacık olsun gözlüksüz, eldivensiz, dik-uzun yakalı gömleksiz görmedik, nasıl ki Anna Wintour Bob kesimi saçlarından bir kerecik feragat etmedi, nasıl ki Grace Coddington kızıl saçlarını toplamaya hiç yeltenmedi, 90’lık ‘it girl’ Iris Apfel kocaman yuvarlak gözlüklerini gözünden çıkartmadı, Giorgio Armani hayatı boyunca sahnelediği binlerce defileden hiç bir tanesinde seyirciyi lacivert t-shirt ve pantolon takımla selamlamaktan vazgeçmedi…. Demek ki bu istikrarda bir hikmet var!
Aslında birazcık da ironik. Öyle değil mi? Bu kişiler değişimin, devinimin dur durak bilmediği bu endüstrinin bizzat sihirbazları sonuçta. Ama bir yanları değişime inatla direniyor işte… Neden? Çünkü insanlar bu kişileri çoktan akıllarında belli kalıplara yerleştirdi. Ve seyirci onları her zaman o kalıpların içinde, alışageldiği biçimde izlemek istiyor. Demem o ki, insanlar da Karl’ı gözlüksüz görmeyi arzulamıyor. Üstelik bu moda dünyası ile hayatımıza giren bir fenomen de değil. Einstein bile bugün hala darmadağınık saçları ile zihninizde canlanmıyor mu? Che Guevara başındaki bere ile belirmiyor mu gözlerinizin önünde. Marilyn Monroe’yu platin sarısından başka renk saçlarla hayal edebilir misiniz?
Evet Balmain defilesinde olduğu gibi bir ‘sürpriz’ efekti için Kendall podyumu sarı renk bir peruk eşliğinde arşınlamış olabilir. Ancak günün sonunda dönüp dolaşıp ulaşacağı saç rengi koyu kahverengidir. Çünkü tıpkı elle tutamadığımız markaların DNA’larında olmasını beklediğimiz gibi, ‘kamuoyu’’nun marka olan kişilerden de beklentisi istikrar göstermeleridir.
Şimdi bu gözle bir daha düşünün bakalım? Hiç marka olmuş birisine benzetildiniz mi? Peki siz bir marka olabilir misiniz??